23 Ağustos 2011 Salı

Martı Sesi

Beşiktaş İskelesi’nden herhangi bir vapura binmeyi, İstanbul’un içinden geçerek beni uygun bulduğu bir semte bırakmasını çok severim. Harikadır. Amaçsızca vapura binmek, işine, okuluna ya da evine giden, koşuşturan insanların arasında keyfimce seyahat etmek iyi hissettirir. Aralarında benim gibi olanlar var mıdır diye merak eder;  yüzlerinden, bakışlarından anlamaya çalışırım ama sonunda hiçbirinin benim gibi olmadığına karar veririm hep. İçimden, ben bu şehri yaşamak için zaman ayırıyorum, onun için buradayım derim. Acaba bilirler mi? Onlar bir yerlere yetişmeye çalışırken benim vapurun, İstanbul’un ve martıların tadını çıkarıyor olduğumu anlarlar mı? Bilseler beni dışlarlar mı? Biz mecburen o vapura binmişken senin keyif çatmaya ne hakkın var derler mi?
Desinler! Onlar da yapsın. Dünyanın en güzel şehrinin üzerinden geçerken, köprüde kafalarını çevirip yanlarında uzanan İstanbul’a dalmak yerine, önlerindeki trafiği seyrediyor olmalarına çok kızıyorum zaten.
Aman neyse canları bilir. Hem zaten kim bilir ne dertleri vardır. Taşı toprağı altın İstanbul belki de ışıltısından zerre koklatmamıştır onlara. Vardır İstanbul’un, damarı tuttu mu insafsız halleri. Öyle koşuşturur ki adamı daima bir adım önde giden havucun peşinden, mahrum bırakır kendinden. İstanbul’un karşısında yılmamak, inat etmek gerekir. Suyuna gitmekte de yarar vardır tabi. Şımarıktır İstanbul. Solmayan, soldurulamayan güzelliği ukala bir kadına dönüştürdü onu. Her geleni buyur etti. Kimseye yok demedi. Bu haliyle de sevdalılarını kandırıp kendine âşık eden ama bir öpücük bile vermeyen umursamaz bir kadın olup çıktı.
Yine damarımın tuttuğu bir gün atlıyorum ilk gelen vapura. Nereye gittiğini bile bilmiyorum. Öğrenmek de istemiyorum zaten. Hem kaybolacak halim yok ya, dönerim aynı vapurla. Belki beklenmedik bir hikâye bekliyordur beni gittiğim yerde. Yeni bir hayat alır beni içine bilmediğim bir semtte.
Şehir hatları vapuruyla gezinmenin incelikleri vardır. Her defasında farklı bir mevkide yolculuk yapmalı ki vapurun her tarafından farklı bir tat almalı.
İstanbul’un vapurları dalgındır. Gideceği iskeleyi bildiği halde süzülüşünde bir tereddüt vardır sanki. Vapurlar boğazın gelinleridir. Sevmediği bir adamla zorla evlendirilmiş gelin misali isteksiz,  yandan yandan yanaşır yaşlı iskelelere. Ne kadar güçlü olursa olsun akıntıya da kapılır. Bence özellikle kapılmak ister. Akıntı ve vapur her an birlikte kaçacak gibidirler. Bir bırakabilse kendini kuzey akıntısının güçlü kollarına, çıkacaklar Akdeniz’in ılık limanlarına. Ama yapmıyor. Yapamıyor. Söz vermiş iskelelere, bırakıp gidemiyor. Kolay değil İstanbul’dan ayrılmak.
Umarım uzak bir iskeledir gittiğimiz diye geçiriyorum içimden. Gidiş uzun sürsün ki dönüş bitmek bilmesin. Bugün nerede otursam diye karar vermeye çalışırken uzun zamandır martılara simit atmadığım geliyor aklıma. Bunun için en ideal yer vapurun arkası. Boğazın gelini demiştim ya vapurlar için martılar da arkasında uçuşan duvağıdır vapurların.
En arkaya, bayrak direğinin yanına gidiyorum. Neyse ki pek kalabalık değil vapur. Köpüren denize bakmaya başlıyorum. Ben çok küçükken amcam, vapurun motorlarının köpürttüğü beyaz dalgaları gösterip “Fay reklamı yapıyorlar,” derdi. Fay, o yıllarda ünlü bir deterjan markasıydı. İnanırdım öyle olduğuna. Ama kameralar nerede diye merak ederdim.
Bir süre “Fay Reklamı”nı izliyorum. Köpükler beni içine çekecek gibi olana kadar bakıp başımın dönmesine izin veriyorum. Düşsem kimse görmez, pervanelere takılır ölürüm diye düşünüp ölümüme üzülüyorum. Sonra, belki de bir mucize olur ölmem ve artık bundan sonra boğazın içinde yaşamaya başlarım diye geçiriyorum içimden. Ne güzel olur, her yerini gezerim denizin. Daima çok istemişimdir boğazın derinliklerini görmeyi. İçine düşüp balçığına saplananları merak ederim. Ta Bizans’tan, Osmanlı’dan bugüne... Kalyonlar, şilepler, hazine sandıkları, aşklar, âşıklar, dertliler… Suya düşen umutlar…
Merak etmeden duramıyorum. Bu deniz şehrinin derinliklere gömülmüş tarihi bizden neler saklıyor acaba? Bu gizem beni meraktan öldürecek bir gün. Sular çekilse ve her şey meydana çıksa. Yok ya da çekilmesin. Kendi küçük mucizem sayesinde sadece ben bileyim orada neler olduğunu. O kadar çok istiyorum ki böyle olmasını, imkânsız olduğunu bilmek canımı sıkıyor. Al sana bir ukde daha…
Yeter bu kadar deyip ukdeler denizinden başımı kaldırıyorum. Duvak çığlık çığlığa uçuşuyor başımın üzerinde. Zamanı geldi. Simitlerle martıları buluşturma merasimi. Geline altın takma seremonisi.
Simitleri olabildiğince küçük parçalara bölmeye çalışıyorum. Ne kadar küçük olurlarsa o kadar çok martıyı doyururum. Hepsi nasiplensin istiyorum. Gördüler elimdeki simiti. Anladılar galiba başlarına gelecek ziyafeti. Bağrışmaya başladılar.
Daha önceki martı besleme tecrübelerimden edindiğim bilgiler doğrultusunda kendime bir teknik geliştirmiştim. Simit parçalarını ileriye doğru değil yukarıya doğru atmak fizik kuralları düşünüldüğünde en doğru olanı. Böylece vapurun hareketi ve rüzgâr sayesinde simit dosdoğru gagalarına gidiyor. Gördüğünüz gibi oldukça bilimsel yaklaşıyorum martı besleme konusuna. Zaten çok hızlı ve başarılı avcılar oldukları için ben daha ne olduğunu anlamadan simitleri midelerine indiriveriyorlar. Hiçbir simit parçası asla denize düşmüyor. Kıvrak pikelerle daha havadayken yakalıyorlar.
Yüzümde martı besliyor olmanın verdiği gururlu bir gülümsemeyle lokmaları art arda havaya gönderirken “Vay, alışılmadık bir teknik geliştirmişsin. Güzel. Sevdim bunu,” diyen bir ses duyuyorum. Arka güvertede tek başınayım. Dönüp ses kimden geliyor diye bakmıyorum bile. Ses düpedüz martıların birinden geliyor. Ama yine de adettendir diye etrafı kolaçan ediyorum. Malum martılar konuşmaz. Yani konuşmasalar iyi olur. Konuşuyorlarsa bir problem vardır. O problemse martılardan değil büyük ihtimalle benden kaynaklanıyordur. Bu da pek tercih edilecek bir durum değildir ne de olsa.
Olaylara ve ortamlara, beni bile şaşırtan bir rahatlıkla uyum sağlayan ve her şeyi normal karşılayan biri olarak, gökten bir uzaylı inse, yanıma konsa ve “Ey dünyalı biz dostuz, sizi seviyoruz,” dese “Neyimizi gördün de seviyorsun. Biz bile birbirimizi sevmiyoruz,” der, la havle çeker, uzaylıya pis pis bakıp işime dönerim.  O derece. Onun için martının konuşması da bende öyle çok inanılmaz bir etki yaratmıyor. Şaşırmıyorum. Bu halim martının canını sıkıyor. Egosu yüksek bir martı…
Beni sarsmak isterken kendisi bozulan martı bu durumu fazla renk vermeden atlatıp konuşmasına devam ediyor.
“Gidiyor musun? Dönüyor musun?”
“İkisi de. Gittiği yere kadar gidip aynı vapurla döneceğim.”
“Hayatta da böylesin sen. Gittiği yere kadar gidip aynı yoldan aynı şekilde dönüyorsun. Tercihlerin hayal kırıklığı yaratmışsa bile bir sonraki fırsatta da değiştirmiyorsun. ”
“Nereden biliyorsun! Hem sen beni nerden tanıyorsun ki böyle ahkâm kesebiliyorsun? Biraz ukalayız galiba!”
“Kızma hemen. Tanıyorum seni. Daha doğrusu gözlüyorum diyelim. Biz martılar insanların içini okuruz. Sizi izleriz. Kimler neler düşünüyor, aslında nasıl insanlardır? Kim sokakta yürürken senin gibi ağaçları, kuşları seyrediyor? Kim bilinçsizce, kim bilgisizce, kim bilgece yaşıyor hayatı… Sığ insanlar, derinlerden çıkamayanlar, derdi boyunu aşanlar… Hepsini biliriz biz. ”
“Nesin sen? Ölüp de bir martının bedeninde dünyaya geri gelen eski bir insan mısın?”
“Eski bir insan? İnsanın eskisi bile olmak istemezdim. İyiyim ben öyle. Ölüp geri döndüğüm falan da yok. Martıyım sadece ve biz martılar siz insanları sizden daha iyi tanırız.”
“Bir kere beni iyi tanıyabilmen için ya sürekli benimle olman ya da ben olman gerekir.”
“Hiç şart değil. Sen seninle yaşıyorsun ama bu halde bile kendini iyi tanıdığın söylenemez. İnsanoğlu kendi kendini çok yanıltır. Etrafınızda o kadar çok olup biten var, öyle yoğun bir bombardıman altındasınız ve her tecrübeniz sizde öylesine tortular bırakıyor ki kafanızın içinde garip ve dolambaçlı sonuçlara varıyor, işin kötüsü bunlara inanıyorsunuz da. Kendinizi bir sis perdesinin ardından yaşıyorsunuz.”
“Kendimizi yaşamak mı?”
“Evet, hepiniz yanılgılar bütünüsünüz. Hiçbir şeyi olduğu gibi algılayamıyorsunuz. Beyninizin içinde uçuşan yaşanmışlıkların neden olduğu saplantılarınız var. Her bir ‘sanı’ sizi bir sonraki benzer olayda ön yargılara sürüklüyor. Bu yüzden de kendiniz olamıyorsunuz. Sadece yanılgılardan mütevellit olan kendinizi yaşıyorsunuz. Gerçek olamıyorsunuz yani…”
“Mütevellit de iyiymiş. Bir martının mütevellit sözünü kullanması komik…”
“Hah, bir de bu var. Kendi dilinizdeki bazı kelimeleri kullanmayı zamanla bırakıyorsunuz. Yerine aynı anlama gelen Fransızca ya da İngilizce bir kelime kullanınca çok daha kültürlü ve modern olduğunuzu sanıyorsunuz.”
“Senin içine emekli edebiyat öğretmeni kaçmış olmasın.”
“Sizin içinize o dediğinden kaçsa dilinizin gelişimi açısında iyi olurdu.”
“Pek duyarlısın. Hem ben bir martıyla neden konuşuyorum ki? Seni dinlemeye gelmedim buraya.”
“İşine gelmeyen şeyler duyunca hemen kaçıyorsun değil mi? Aslında tam da beni dinlemeye geldin buraya. O elindeki simit bize değil miydi? Bizi kendine çekmek için kullanmadın mı güzelim simiti?”
“Kendime çekmek mi? Allahtan kork! Sizi beslemeye, doyurmaya aldım o simiti. Ayıp ayıp! Yerken iyiydi değil mi? Hepiniz aynısınız. Avanta bitti, tenkit başladı!”
“Hepimiz aynı mıyız? Hangi hepimiz? Martılar âlemini mi söylüyorsun? Benden önce kaç martı tanıdın?
“Adın ne senin?”
“Martı”
Marty olsun. Daha havalı… Ay çok komiğim.”
“Farkındayım. Katıla katıla gülüyorum şu an, haberin yok.”
“Kızma. Burada oturmuş bir martı ile konuşuyorum. Genelde böyle hikâyelerin sonunda anlatıcının ya rüya gördüğü ya da kendisiyle hesaplaştığı çıkar ortaya. Hep böyle olur. Okuyandan da acayip etkilenmesi beklenir. Çok klişe! Bu konuşmanın sonunun neye bağlanacağını bilmiyorum. Onun için şakaya vuruyorum. Kusura bakma.”
“Ne bakacağım…”
“Sen cidden kızmışsın.”
“Konuşulmuyor ki sizinle… İki çift laf edelim diyoruz yine sulandırıyorsunuz.”
“Ne yani sen başkalarıyla da mı konuşuyorsun?”
“Yok, ben sadece sana bakıyorum. Bir tek sana memur edildim.”
“Aman tamam canım, sen de yani.”
“….”
“Küstün mü? Hala vapurun peşinden geldiğine göre küsmedin. Sadece biraz tavır yapıyorsun. Bir yandan uçup bir yandan başka taraflara bakıyorsun falan. Yüzün de düştü. Aslında bu halinle sen de bize benziyorsun farkında mısın? Hatta gittikçe iyice insan gibi görünmeye başladın gözüme. Yoksa insanlarla çok mu düşüp kalkıyorsun?”
“Ben sadece rüzgârla düşüp kalkarım.”
“Vay, sağlam laf! Haydi, uzatmayalım artık. Sen benim ilk martı arkadaşımsın. Üstelik ben martıları çok severim. Beni iyi tanıdığına göre bunu da bilirsin.”
“Bilirim. Zaten bildiğim için konuşuyorum seninle.”
“Yaşını merak ediyorum. Ne bileyim sanki yüz yıllardır buralardaymışsın gibi konuşuyorsun da.”
“Öyle de denebilir.”
“Ne kadar oldu?”
“343 sene.”
“Bu kadar yaşayabildiğinizi bilmiyordum.”
“İstanbul martılarıyla ilgili bilmediğiniz çok şey var.”
“Öyleyse bana çok ilginç şeyler anlatabilirsin. Kim bilir nelere şahit olmuşsundur.”
 “Öyle tabi. Hem yukarıdan bakınca daha da net görünüyor her şey.”
“Bize tepeden bakıyorsun yani.”
“Kelime oyunlarına da doyum olmuyor. ”
“Bu aksiliğin yaşından, yaşamışlığından mı kaynaklanıyor acaba.”
“Haklısın, biraz aksiyim ama bu gördüğün bir şey değil. Başkası olsa daha sert davranırdım. Ama severim seni. Ve söyleyebileceğim en güzel şey de bundan ibaret. Fazlasını bekleme.”
“Beklemem. Bu kadarı bile yeter bana. Bir martı seviyor ya beni, daha ne isterim? Hem kaç kişinin kendisini seven bir martı tanıdığı vardır ki?
“Bekle, ayrılma bir yere. Şimdi geliyorum.”
“Hey nereye?”
“Bekle dedim.”
Martı, aniden bir kurşun gibi boğazın sularına dalıyor. Suya girdiği yerden gözümü ayıramıyorum. Öyle kalakalıyorum. Bir türlü çıkmak bilmiyor. Vapur eskisinden de hızlı gidiyor sanki. Baktığım nokta gittikçe uzaklaşıyor. Bir yandan nerede kaldı bu diye düşünürken,  bir yandan da başına bir şey gelmiş olabilir mi diye endişelenmeye başlıyorum. Martılar boğulur mu? Sanmam. Derken girdiği gibi aynı noktadan çıkıyor hızla. Nihayet tuttuğumu unuttuğum nefesimi veriyorum ve yerine derin bir tane alıyorum. Uçarak yanıma geliyor. Yaklaştıkça gagasında parlayan bir şey olduğunu fark ediyorum. Bayrak direğinin yanına konuyor. Gagasını bana doğru uzatınca ben de elimi uzatıyorum. Avucuma, üzerinde yarı değerli minik taşlar olan çok zarif altın bir yüzük bırakıyor. Meraklanıyorum.
“Nedir bu?”
“Kaan bunu senin için almıştı. Ayrılmasaydınız verecekti. Hep vermek istedi. Ama diğer kızla evlenmeye karar verdi. İçip sarhoş olduğu bir gece bunu sahilden denize fırlattı. Bence sende kalmalı. Onun değilse bile senin ne kadar çok sevdiğinin kanıtı olarak. Ve artık onu unut. Hayatına devam et.”
Boğazıma saplanan yumruk beni gafil avlıyor. Nefes alamıyorum. Gözlerimden fışkıran yaşlar yanaklarımdan akamadan rüzgârla savruluyor.
“Artık ağlama! Şimdi gidiyorum ben ama seni hep izliyor olacağım. Belki yine karşılaşırız.”
Kendimi zar zor toparlayıp yutkunmakta zorlanarak bağırıyorum.
“Bana böyle bir şey yaşattıktan sonra aniden bırakıp gidemezsin!”
“Üzme kendini, iyi olacaksın. Buna ihtiyacın vardı. Tek yapmam gereken devam etmek. Zaten başka çaren de yok.”
“Peki, tüm bu yaşadıklarımız neydi? Kendimle yüzleşme mi, rüya mı?”
“İkisi de. İlk başlar kendinle yüzleşmeydi, son bölümse rüya... Seninle konuşmak güzeldi. Hoşça kal.”